MODA

Eşsiz tavır: Birce Akalay

Birce Akalay, bize son dönemde her adımında eşsiz bir enerji yansıtıyor. Dagi ile olan iş birliği ise şu anki heyecanını ve mutluluğunu perçinliyor; “En verimli dönemlerimden birini yaşıyor olabilirim” diyor.

Şu anda okuduğum Osman Çakmakçı’nın “Konuşmanın İmkansızlığı Üzerine Bir Diyalog” kitabında, aslında bir süredir benim de farkında olduğum, “bir insanın anlatmak istediklerini bir başkasına tam olarak aktarabilmesinin imkansız olması”ndan bahsediliyor. Acaba 18 yıldır sektörde olan Birce Akalay’ın da bunu hissettiği oluyor mudur dersiniz?

Kimi zaman hayatta ve özellikle de bu tarz röportajları yaparken, benzer hisse kapılıyor mudur? Kendini tam ifade edemediğini, konuşarak bunu başarmanın zor olduğunu hissettiği? Mevlana’nın “Söylediklerin, karşındakinin anladığı kadardır” cümlesini hatırlayarak rahatlıyor mudur benim gibi sonra… Ben onu ekrandan, çekimlerden, daha önce yaptığım röportajdan tanıdığım kadarıyla kelimelere dökeceğim birazdan. Peki o bana bu bağlamda kendini anlatsa önce; en şeffaf, en geçirgen, en ideal kelimeler, cümleler, sözcükler neler olabilir acaba?

“Ben kendimi bildim bileli hep yazarak daha rahat ifade edebilmişimdir. Konuşurken aklıma gelmeyen birçok kelime ya da betimleme yazarken aklıma üşüşüveriyor sanki. İçinde olduğum hali ya da kim olduğumu abartmak ya da süslemek için değil elbette. Amacım sadece tam olarak anlaşılır olabilmek. İlk gençlik yıllarımdan beri (şimdi eskisi kadar sık olmamakla birlikte) günlük tutuyorum. Hatta yazmanın çok önemli bir rehabilitasyon tekniği olduğuna inanıyorum. Yıllar içerisinde çok faydasını da gördüm. Bu yaşıma kadar kaç defa röportaj yaptım hatırlamam mümkün değil elbette ancak yıllar içerisinde nasıl gelişip olgunlaşıyorsak, ifademiz de meyvemiz gibi olgunlaşıyor. Elbette röportajlardaki soruların içerikleri aynı şekilde cevaplarımızın içeriğini de belirliyor. Bu da soran kişinin ufkuna göre değişkenlik gösteriyor pek tabii. İçinde çok sıkıştığım ya da cevaplarken içten içe sıkıldığım röportajlar oldu, olmadı değil. Ancak her defasında kendimi olabildiğince berrak ifade etmeye özen göstermişimdir. Neticede bu sayede sevenlerimizle iletişim kurabiliyoruz. Bu noktada berrak olmak benim için hep çok değerliydi” diyor o kelimelerin yazılı haline vurgu yaparak.

Aslında temel sorun kuşaklar arası çatışma değil bence, zamanı satın almak zorunda olduğumuz bu çağda zamanı birlikte nasıl değerlendirebildiğimiz. Nicelik malumumuz zaten; ancak mesele nitelikli geçirilen zamanlar.”

Mevlana’nın “Söylediklerin, karşındakinin anladığı kadardır” cümlesine ise topa yine Mevlana’nın söylediği bir cümle ile vurarak pas veriyor: “Ya göründüğün gibi ol, ya da olduğun gibi görün.’ Benim de size Mevlana’dan hareketle şiar edindiğim verebileceğim bir cevap. Tam olarak bunu hissetmediğim insanlardan da imtina ediyorum. Karşımdaki kimsenin anlayabileceği başka bir dili bulabilmeyi daha verimli buluyorum.”

Bu felsefe temelli başlayan sohbetimiz oyunculuk alanına da sıçrıyor bir anda. Bize aktarılan bir olayı, hikayeyi o kişinin aktardığı şekilde, o açıdan görüyor, öğreniyoruz. Senaryo da oyunculara belli bir rol biçiyor ancak o rolü gerçekte oyuncunun beden dili, tecrübesi, tavrı gördüğümüz kahramana dönüştürüyor. Peki acaba bir role bürünmenin, bir çeşit hikaye anlatıcısı olmanın en çok hangi yönlerini deneyimlemeyi seviyor? Yaptığı oyunculuk mesleğini bu açıdan nerede görüyor? “Mesleğimi tanımlarken en sevdiğim şey ben bir hikaye anlatıcısıyım demek. Anlatıcı deyince tabii ilk olarak akla bir hikayeyi üçüncü bir ses olarak anlatan kişi geliyor. Bizler için ise bundan daha fazlası. Oyuncu kişi bir hikayenin anlatımında önemli bir yer tutar ve adı üzerinde bir rol oynar. Hayatın her köşesinin aynası olabilmek meselesi benim için mesleğimin alametifarikası, üçüncü göz olabilmek bence mucizevi. Yaşam sürdükçe hikayeler bitmez, hikayeler bitmedikçe oyun da hiç ama hiç bitmez. Benim oyunculukta 18’inci senem. Onun öncesinde de çeşitli eserlerde başka bir sanat disiplini vesilesiyle çeşitli roller oynuyor, hikayeler anlatıyorduk. Her defasında yeni ve bilmediğim bir dünyanın içerisinde varlık gösterebilmek, o karaktere inanmak, anlamak, yorumlamak ve aktarabilmek, yani bu iletkenlik müthiş bir yolculuk benim için. Dünyada başka hiçbir eylemde bu hazzı almam, bu adrenalini salgılamam mümkün değilmiş gibi geliyor. İşimi aşkla yapıyorum ve çok şükür aşık olduğum şeyi işim olarak da yapabiliyorum.”

Konu elbette Kuş Uşuşu ve Mezarlık dizilerine uzanıyor. Bir çoğumuz arka arkaya izleyerek ona olan sempatimizi tazeledik. Diğer yandan saygımızı pekiştirdik. Oyunculuğunu takdir ettik. Yönünü dijital platformlara çevirdiği bu dönemi nasıl geçiriyor acaba?

“Tüm samimiyetimle cevap veriyorum, en verimli dönemlerimden birini yaşıyor olabilirim. Aslında mesleğimize dair bildiğimiz ve ihtiyacımız olan tüm araçların tam olduğu bir alan doğru bir tanımlama olabilir dijital için. Bir kitabın özetini, kitabın tamamını okumadan çıkaramazsınız. Aynı şey gibi düşünün. Olabilecek en doğru yorumu yapabilmek için hikayenin ve karakter yolculuğunun bütününe hakim olmak aslında bir gereklilik. Ancak yıllar içerisinde televizyon sektöründe mesele yıllar önce renk değiştirmiş. Orası da başka bir arena ve bambaşka kaslarınızı geliştiriyor. Doğru ya da yanlış demek çok kesif bir tanımlama olur ancak dijitalin bu anlamda daha konforlu ve planlı olması, paralel olarak beni de aynı oranda özgür bıraktı diyebilirim. Ve elbette sansüre takılmamak. Mutluyum. Bu sene de sanırım TV’ye vakit kalmayacak gibi görünüyor şimdilik.”

Kuş Uçuşu’ndaki hikayenin dinamiklerinin ister istemez hepimizi rahatsız eden tarafları oldu. İdol olarak görülen bir kadını yaklaştıkça düşmana çeviren hayat, içinde bulunduğu hikayede ona neler hissettirmiş olabilir? Her dönemde kuşak farkı konuşulurken Z kuşağının hayatlarımızda modadan sanata iyi/kötü özneleşmesi üzerine yorumunu da merak ediyorum doğrusu. “Hepimiz senin de dediğin gibi yıllarca hep kuşak çatışmalarını konuştuk. En basitte kendimden yola çıkıyorum, ergenlik yıllarımda aileme karşı en büyük argümanımdı bu, onların radyo tiyatrosu dinledikleri yaşlarda ben yeni bir alışkanlık olsa da parmaklarımın ucunda dünyayı dolaşabiliyor, istediğim bilgiye dakikalar içerisinde ulaşabiliyordum. Bunun verdiği özgüvenle onların deneyimlerini çoğu defa duymazdan geliyor hatta bazen ‘Artık devir değişti, siz çağı yakalayamıyorsunuz, beni anlayamazsınız’ diyerek isyan ediyor, yer yer küstahlıklar yapıyordum. Şimdi Z kuşağı ile alakalı hepimizin yargıları toplamında diğer yandan ciddi araştırmalar okuyor, istatistiklerle bilgileniyoruz. Ben Z kuşağı ile çalışıyorum ve çok mutluyum. Onların hızı ve ürettikleri çözümler bana yeni ufuklar açıyor, ben ise onlarla deneyimlerimi paylaşıyorum. Kimsenin kimseye haksızlık etmediği bu evrende alışverişimiz sonucu verimli işler çıkarıyoruz ortaya. Aslında temel sorun kuşaklar arası çatışma değil bence, zamanı satın almak zorunda olduğumuz bu çağda zamanı birlikte nasıl değerlendirebildiğimiz. Nicelik malumumuz zaten; ancak mesele nitelikli geçirilen zamanlar.”

Peki Y kuşağı olmanın en sevdiği yanı ne acaba?

“Bazen kendime bu yüzden çok kızsam da hala ziyadesiyle romantik ve analog oluşum” diyerek bir çırpıda yanıtlıyor hemen.

Konu dolaylı yoldan da olsa yaş hususuna gelmişken ben de geçmişe doğru bir yol çiziyorum bu noktadan. “Yolun başına dönersek, ilk gün sete giden Birce’yi aklına getirdiğinde bugün neler hissediyorsun?” Bu soru ile o günlere dönüyor ve yüzü gülüyor. “Ne güzel soruymuş bu. Daha önce kimse sormamıştı” diyor ve ekliyor: “Sancılı oldu ancak güzel büyüdüm ve hala büyüyorum. Her gün yeniden öğrenmek harika bir his, vazgeçmeye de niyetim yok. Yolumu yürüme biçimimden asla bir an bile pişman olmadım, hiç kolayına kaçmadım, hislerimi halı altına süpürmemeyi öğrendim. Üzerimde çok insanın emeği ve aynı zamanda inancı var, onlara ve tüm rol arkadaşlarıma, hepsine minnettarım. Heyecanım hep aynı heyecan, karın ağrım her defasında aynı, sevincim de hala ilk günkü gibi tazedir. Kalbimi kıran, bana kötülük etmiş insanlar da oldu, onlara da teşekkür ettim hep, onlar sayesinde iyilikleri, güzellikleri daha net görebildim, aynı hataları yapmamam için yolumda bana kılavuz oldular. Tüm bunları düşünürken huzurla gülümsediğimi fark ettim, demek ki mutluyum.”

Geçmişe şöyle bir bakınca, tüm hayatını hikaye okur gibi düşününce hangi bölümlerin altını kalemle çizerdi acaba?

“Baleyle ve tiyatroyla tanışmam, ilk sete çıkışım, ailemin çocukken istikrarlı bir şekilde düzenledikleri muhteşem geçen doğum günlerim, ilk resitalim, ilk oyunum, konservatuvar yıllarım, ilk öğretmenlik deneyimim, ilk aşkım, son aşkım bilmem ki… Bu liste hiç bitmez, ben hayatta artık hep güzelliklerin altını çiziyorum sanırım.” Bu son cümle hepimiz için çok güzel bir mesaj değil mi?

Konu, altı çizilen güzelliklere gelince, reklamıyla da dikkat çeken Dagi ile iş birliğine değiniyoruz hemen. Yakın zamanda yeni bir iş birliğine başladı Birce Akalay. Bu iş birliğinin onun için anlamı büyük.

“Evet, yeni ve keyifli bir başlangıç; ama zaten Dagi benim uzun yıllardan bu yana tanıdığım ve kalitesine güvendiğim bir marka. Yeni tanışmadık ama yeni bir yola çıktık. Marka iş birlikleri benim için önemli, çünkü iki isim yan yana geliyor neticede. Karşılıklı inanç ve samimiyet elzem. Her an kendim olabildiğim, gerçek Birce’yi rahatlıkla yansıtabildiğim her adımından keyif aldığım bir iş çıktı ortaya. Reklam filmimizde dış ses bana “Birce sence?” diyor. Bu samimiyet bana çok anlamlı geliyor. Öte yandan kadının her yerde kendi enerjisini, gülüşünü yansıttığı, içinde kendini güvende hissettiği, yani içinden geldiği gibi olabildiği bir reklam filmi bu. Sadece Birce yok; hayatın her alanında rahatlığına ve şıklığına değer veren bir kadın figürü çiziyoruz. Dagi ekibi ile tanışmak, onların enerjisini ve inancını hissetmek de beni ayrıca çok mutlu etti. Dilerim uzun yıllar birlikteliğimiz devam eder.”

Rol aldığı reklam filminde evet, hayatının farklı kesitlerine eşlik ediyoruz. Renkli bir dinamiği var bence. “Birce sence?” diyorum, “Bence de!” diyor gülerek. “Reklam filmi senaryosunu benimle ilk paylaştıklarında çok hoşuma gitti. Laf olsun diye değil gerçekten fikrime samimi bir şekilde değer verdiklerini hissettirdikleri ve böyle bir senaryo kurguladıkları için Dagi ailesine bu vesileyle teşekkür etmek isterim. Bir de tabii ki Gipsy! 14 yaşında benim tatlı kızım ve onunla böyle bir hatıramız olduğu için çok mutluyum. Gerçekten normalde de hayatımın kesitlerini çekseniz ancak bu kadar olurdu. Gipsy ile sabah yürüyüşlerimizde yorulunca biz hep kendimizi çimlere bırakıyoruz.”

Peki sokakta tanınır bir kişilik olmakla arası nasıl? Oyuncu olmak otomatik olarak ünlü olmayı da beraberinde getiriyor. Bu dünyanın onun dengesini bozan, duygusal bir rollercoaster’daymış gibi hissettiren anları oluyor mu? 

“Vaktiyle oldu elbette. Ama şu söyleme katılmıyorum, oyuncu olmak beraberinde ünlü olmayı da getirmiyor. Oyunculuk yaptığınız mecralar ve orada ulaştığınız ve sürdürdüğünüz grafik sizi bir süre sonra uzun vadede tanınan bir kişi yapıyor. Benim yolculuğumda tanınmak ile alakalı çok büyük dertlerim olmadı, ben sokakta yaşamayı seviyorum oldum olası. Hayatımı çok da değiştirmedim, 10 yıl önce de semt pazarımdan alışveriş yapıyordum şimdi de öyle, yazın aynı yerlerden denize giriyorum, lise yıllarımda gezdiğim Beyoğlu’nda hala aynı rahatlıkta geziyorum. Sadece sokakta yaşayabildiklerim sınırlandı, artık sokakta sarhoş yürüyemem ya da canım ağlamak isterse ağlayamam mesela; çünkü o zaman bazı insanlar senin de insan olduğunu unutup metalaştırabiliyor. Bunun günümüzde zaman zaman saygısızlığa varan sonuçları ise insanı üzebilir. Bu da tanınmış olmanın dezavantajı olabilir. Diğer yandan bu yeni bir şey değil, magazin kültürünün gelişmesiyle tüm dünyada yaşanmış; hatta acı sonuçlarını biliyoruz ve yaşanıyor, yaşanmaya da devam edecek.”

Bu “acı sonuçlar” tamlaması gerçeği, aklıma tüm dünyada güç altında ezilen kadınları da getiriyor. Erkek egemenliği, politika, kadın… Günümüzde “güç” kelimesi aksi olması gerekirken pek çok sorunu da beraberinde getiriyor sanki. Peki o güç kelimesini cümle içinde nasıl kullanırdı?

“Erkek egemen toplumlarda, zayıf eğitim sistemleri yüzünden ya da bilinçli olarak eğitimsiz bırakılan toplumlarda toplumsal cinsiyet üzerinden süregiden sorunlara ve acılara dair denebilecek her şeyi söylüyoruz hatta isyan ediyoruz. Ne ara bu kadar çağ dışı bir hale geldi her şey anlamıyorum. Biz böyle büyümemiş böyle öğrenmemiştik. Erkek ve kadın demekten çok yoruldum ben, insanların cinsiyetlerine ya da tercihlerine ya da güçlerine ya da varlıklarına göre kategorize edilmesinden de. Bu güç müdür bilmem fakat asıl mesele insan olabilmekte. Biz son dönemde en acısı bunu kaybettik sanırım.”

Gücümüzü ve enerjimizi biraz da bize yeni kapılar açan sanata harcayalım o zaman. Sanatın özellikle takip ettiği, kaçırmadığı ve hatta belki içinde yer almak istediği diğer alanlarına uzanıyoruz. Oyunculuk dışında hayatında hep var olmasını istediği tutkusu ne olabilir?

“Dans ve müzik. Plastik sanatlara da epey meraklıyım son 8-10 yıldır. Şehirde gerçekleşen kültür sanat etkinliklerini elimden geldiğince, vakit buldukça takip ediyorum. Hatta beni şehre işim dışında bağlayan en önemli faktör diyebilirim. Ama dans ilk aşkım olmasından sebep hayatımda olmazsa olmazım gibi.”

Sanat demişken… Usta bir sanatçının Marina Abramovic’in ünlü olmaya dair bir röportajında söylediği cümleyle devam etmek istiyorum. Acaba o ne düşünüyor bu konuda? “Sanatçılar kendilerini asla bir idol olarak görmemeli. Şöhret, bir sanatçının çalışmasının bir yan etkisi. Diğer yandan ego sanatta çok büyük bir engel. Harika olduğunu düşünüyorsan, o zaman sende ciddi bir sorun var.” Günümüzde her meslekte olabildiği gibi sanatçı ve oyuncuların egosundan rahatsız olduğumuz durumlar da elbette oluyor. O ise her zaman kibarlığı ve mütevazılığı ile öne çıkıyor. Ünlü olmak ve ego arasındaki dengeyi kurmayı nasıl başarıyor?

“Marina Abramovic’i yıllardır çok severim, bazı noktalarda bakış açısı, söylemleri ve eserleri bana yolculuğumda bazen hiç bilmediğim ya da kaybolduğum bir şehrin haritasını vermişlik hissiyle eş değer olmuştur. Ancak benzer bir cümleyi hocamız Müşfik Kenter de kurardı sıklıkla. ‘Oldum dediğiniz gün bitersiniz.’ Sanatçının idol olmak gibi bir yükümlülüğü yoktur, o tamamen özgürdür ve o özgürlük onun temel ihtiyacıdır. Aksi, eşyanın tabiatına aykırı aslında ama halihazırda sanat kim için ne için sorusunu tartışıyoruz maalesef. Ayrı görüşlere de sonsuz saygı duyuyorum bu arada ancak benim görüşüm bu şekilde. Ego meselesine gelince bir balondur ego ve sadece sanatçıyla ilişkilendirilemez. İnsanın doğal bileşenidir bence; ancak insanları bunu yönetebilenler ve yönetemeyenler olarak ikiye ayırabiliriz diye düşünüyorum. Egoyu sadece tanınmış olmak değil çok fazla faktör etkiler. Ben egomla, yani “ben” ile ve bencilliklerimle tanıştım, üzerine çalıştım, hala da çalışıyorum. Farkındalığımı hep uyanık tutmaya gayret ediyorum diyebilirim. Yaşamımın sonuna dek sürecek bir yolculuk.”

Röportajın tamamı L'Officiel Türkiye Kasım sayısında! 

Tags

Tavsiye edilen içerikler