Kıvanç Tatlıtuğ'un dünyasına misafir oluyoruz
Saat sabah altı. Kurduğum telefon alarmının çalmasına daha yarım saat var. Gözüme uyku girmiyor. Shangri-La Bosphorus’taki odamda tavana bakıp suyun çağrıştırdığı felsefik anlamları tasvir edecek etkileyici cümleler düşünüyorum. İçimde tarif edemediğim bir gerginlik ve heyecan var. Birazdan teknik ve ışık ekibi otelin B2 katında bulunan balo salonuna bir stüdyo kuracak. Salonun bir üst katındaki spa bölümündeki havuzda da hummalı çalışmalar başladı başlayacak. Su altı dalış ekibi, su altı ışık ekibi, su altı kameramanları... “Su gibi geçsin” diyorum içimden. Gece boyunca zihnimde büyüttüğüm birbirinden süslü cümlelerden sıyrılıp en yalınına sığınıyorum. Su gibi olsun. Kapak yıldızımız Kıvanç Tatlıtuğ’un yaklaşık dört yıldır, kendi iradesiyle hiçbir dergi çekiminde yer almamasını düşündükçe daha bir içten diliyorum bunu. Bir de Milano’dan gelen İtalyan fotoğraf ekibi var tabii. Kıvanç ile ilk kez çalışacaklar. Ben de öyle... Genel tabloya baktığımda tatlı gerginliğimi haklı çıkaracak tüm unsurlar mevcut.
Set ekibi kalabalık. 40 kişiden fazlayız. Çekim programımız hazır. Önce salonda kurulan stüdyoda beyaz ve siyah fonda, mavi ve kırmızı ışığın yoğun olduğu karelerimizi tamamlayacağız. Ardından su altı karelerini. Anlayacağınız en iyisini, pardon en zorunu sona saklıyoruz. Kıvanç’ın mükemmeliyetçi tavrı sektördeki herkesin malumu. İçine sinmediği takdirde ikna etmenin imkansız olduğu hepimizce biliniyor. Yaklaşık 11.00 gibi karnı burnunda eşi Başak Dizer ile otele giriş yaptıkları- nın bilgisi geliyor. Başak’ın yanında olması Kıvanç’ı rahatlattığı gibi bize de rahat bir nefes aldırıyor. Merhabalaşmak için odasına çıkıyorum. İlk el sıkıştığımız anda bile sahici. Olduğu gibi. Çabası, numarası yok. Nere- deyse reklam filmi setinden çıkıp gelmesine ve set yorgunluğuna rağmen enerjisini hiç düşürmüyor. “Heyecanlıyım. Dergi çekimi yapmayalı uzun bir süre oldu. Su altı kareleri için sabırsızlanıyorum.” 12.00 gibi sette buluş- mak üzere odadan ayrılıyoruz. Balo salonuna kurulan stüdyoya beklediği- mizden erken iniyor Kıvanç. Ya müthiş disiplinli ya da bir an önce bitmesini istiyor, diye düşünüyorum içimden.
Test kareleri, bizim için ısınma turudur her zaman. Objektif önündeki kişinin mümkün olduğunca evde hissetmesine özen gösteririz. Kıvanç, fotoğrafçı Riccardo Apostolico ile ayaküstü sohbet ederken, fırsattan istifade Başak’tan en sevdiği şarkıların listesini rica ediyorum. İkonik rock grupları başı çekiyor. İlk sırada Queen... Şarkıların tılsımı mı yoksa şans mı bizden yana bilemiyorum. İlk kareyi alır almaz, “Çekebildiğimiz kadar çekelim, kendimizi sınırlamayalım. Enerjim yüksek, iyi hissediyorum, düşmesin” diyor. Öyle ki kıyafet pazarlığına bile girmiyoruz. Dört kıyafet ile açtığımız ihale sekize kadar çıkıyor. Kıvanç poz verirken, bir ara gözlerim Başak’a takılıyor. Aralarındaki sevgi o kadar nazik ve ölçülü ki etkilenmemek mümkün değil. Her anı özenle takip ediyor. Akışa müdahale etmeden, sonsuz bir tutku ve hayranlıkla. Birbirlerinden besleniyorlar, birbirlerini besliyorlar.
Ertesi gün evlerinde buluşuyoruz. İtiraf edeyim, bizzat Kıvanç tarafından kahvaltıya davet edildiğim için kendimi özel hissediyorum. Şehrin gürültüsünden, kirinden, grisinden uzaklarda yeşilliklerle çevrilmiş bir ormanın içinde kütük bir ev. Kıvanç’ın menajerliğini yürüten Gaye Sökmen ve Zerrin Ersü ile eş zamanlı varıyoruz. Gaye Hanım ve Zerrin Hanım için oğulları gibi Kıvanç. Dile kolay, neredeyse 20 yıldır birlikte çalışıyorlar.
“Ben Başak’ı her gün bambaşka türlü sevmeyi öğrendim. Çok sevmek yetmedi çünkü... Bir insanı sevmek onun mutluluğu için çaba gösterdiğinde başlıyor. Onun gözlerindeki mutluluğu hissettiğim vakit karnım doyuyor.” Kıvanç Tatlıtuğ
Hayatının şu döneminde nehir mi okyanus mu? Şelale mi göl mü? Merak ediyorum. “Hepsinden var. Bazen en büyük okyanustan daha büyük bir hal alabiliyorum. Bazen dünyadaki en azgın nehre dönüşebiliyorum. Bazen de fazlasıyla dingin, bir sinek konsa onun titreşiminden ortaya çıkacak dalgayı görebileceğin kadar sakin bir göl gibiyim. Hepsi var bende. Durgunluk, hareketlilik, çılgınlık, genişlik, küçüklük... Karışık.” Sudan, suyla bütün olmaktan çok şey öğrenmiş Kıvanç. Başta durmayı. “Gerçek anlamda durmak. Suyun dışına çıktıktan sonra da az önce suyun altındayken yaşadığım şeyleri düşünmeyi, hayal kurmayı... Suyun altında neler olduğunu, nelerle karşılaştığımı. Mercan neresindeydi? Ne kadar maviydi? Tekneye çıktığımda da o durma hissiyatını bir süre yitirmediğimi fark ettim. Suyun dışında kolay kolay yapamadığım bir şey bu. Herhangi bir mevzuda uzun zaman kalamıyorum, toparlayamıyorum.” Şu sıralar onu sığ veya derin, anlık veya köklü tüm düşüncelerden alıkoyan bir başka meşgale de aşçılık... Yaptığı çırpılmış yumurta- nın lezzetini tatmasam ve Zerrin Hanım telefonunda bizzat Kıvanç’ın hazırladığı el açması börekleri, çörekleri göstermese inanmakta zorlanacağım. “Aşçılığa başladım” der demez açıkça soruyorum: “Düşünmekten mi kaçıyorsun?”
“İnsan düşünmekten tabii ki kaçar. Ben de bazen kaçıyorum. Kafana neyin eseceğini, o esnada sana misafir olacak duygunun ne olduğunu bilmiyorsun ki! Zihnini boşaltman gerektiğini bilmene rağmen birtakım düşünceler yine taciz ediyor. İnsanın kendini ve kendine bırakması gereken bir 10 dakikasının olması lazım. Çevrendeki her şeyi durdura- bildiğin, hem gürültü anlamında hem nesne anlamında her şeyin durduğu bir 10 dakika.” Belki dediği gibi bir kaçış ama ben daha çok içindeki üretim tutkusu- nun zihnini bu denli meşgul ettiğine inanıyorum. Nereye giderse gitsin kendi dünyasını, gezegenini yaratabilecek bir adam Kıvanç. Bahçesini çiftliğe dönüştürmüş, mutfağını neredeyse bir şefin restoran mutfağına... “Mutfak aşkı sonradan çıktı. Dedem tatlıcıydı. Çok iyi tatlılar yapardı. Adana’nın en tanınmış pastanelerinden bir tanesinin sahibiydi. Dedemden direkt bana geçmiş bu yetenek. Daha iki yıl önce aydım. İki sene evvel yumurta bile kırmazdım” diyor, kırabildiğini ama kırmamayı tercih ettiğini not düşerek. Temelinde içeriden gelen kendi kendine yetebilme duygusu var tabii. Asıl konfor orada başlıyor. “Bugün burada kendi kendine yetebiliyor olmak büyük bir olay. Hem erkek olarak hem de kadın olarak. Eşini, çocuklarını doyuruyor olman. Güzel yemek yapıyor olman, yetişebiliyor, yetiştirebiliyor olman...”
“Bazen en büyük okyanustan daha büyük bir hal alabiliyorum. Bazen dünyadaki en azgın nehre dönüşebiliyorum. Bazen de fazlasıyla dingin, bir sinek konsa onun titreşiminden ortaya çıkacak dalgayı görebileceğin kadar sakin bir göl gibiyim. Hepsi var bende.” Kıvanç Tatlıtuğ
Hobi olarak başladığı her şeyde profesyonellik ve ciddiyet var. Elinin ucuyla yapmak deyimi onun lügatında yazmıyor. “Profesyonel basketbol hayatım bana bu disiplini kazandırdı. Sabah saat beşte Belgrad Ormanı’nda 6 km koştuktan sonra o günün içerisinde biraz uyuyup gidip ağırlık antrenmanı yapmak. Hemen arkasından biraz dinlenip top antrenmanına çıkmak ve o disiplini koruyabilmek, hayatın her alanında olması gereken bir şey.” İçerisinde yer aldığı her şeyi önemsiyor. Öyle ki oyunculuk mesleğine başlar başlamaz bu alanda akademik eğitimini tamamlıyor. “Bu meslekte kendime yatırım yapmak için eğitimini almam, okulunu okumam şarttı. Bu, hem kendime hem de işime duyduğum saygı. Beni çok geliştirdi.” Tam ondaki bu olgunluğun sırrını sormaya hazırlanacak, hiç mi havaya girmez insan diyecekken, karşımda oturan Başak gülmeye başlıyor. İkimiz de Kıvanç’ın vereceği cevabı duymak için sabırsızlanıyoruz. “Başak da aynı şeyi söylüyor, o da şaşkın. Bedenimin bu zamanda, ruhumun ise 70’lerde, 80’lerde kaldığını düşünüyor” diyor, tebessüm ederek. Ailedeki en sakin tip kendisiymiş. Her şeyi sürekli düşünür ve tartarmış. Adana’da toprak kültürüyle yetişip yoğrulmanın olumlu etkileri olarak yorumluyorum bu durumu. Ayakları ziyadesiyle yere basıyor. “Adana’da almış olduğum kültür çok önemli. Benim temellerimi oluşturdu. Sessiz sakin bir çocuktum ama gerektiğinde göze göz dişe diş kavga da ederdim.”
Şu kahvaltıyı sindirebilmek için bile bir efor ve zaman gerekiyor. Bunca şöhreti bu yaşta bu kadar doğru sindirebilmek pes dedirtiyor. Kendi özel hayatını bir düzen üzerine inşa etse de, düzene karşı çıkan, kalıplaşmış şöhret tanımlarını baştan yazan, bir şöhretten beklediğimiz rollere sığmayan, düzen karşıtı bir yanı da var. “Okul çağlarımda da düzene karşı gelirdim hep. Kravat bile takmazdım. Sistemin dışında durmak gibi bir içgüdüm vardı. Dediğim gibi gerektiğinde kavga da ederdim. Kavgacıydım biraz” diyor haylaz bir ifadeyle. Aslında çok değişmiş sayılmaz. Tercih ettiği minimal hayat da yer aldığı ün çemberinin pek uzağında... “Önemsiz geliyor” diyor şöhret sözcü- ğünü duyduğunda ve ekliyor: “Hayatta her şey gerektiği kadar önemli. Atomu parçalamıyorum. Sinema ve dizi yapıyorum. O esnada ne yapıyorsam, o kadar önemli. Oyunculuk ve şöhret hayatımın yüzde beşlik bir dilimini kaplıyor. Kalan yüzdesi ise kimsenin bilmediği tarafım. İşimi iyi yapmaya çalışıyorum, hakkını vermeye özen gösteri- yorum. Hayat çok kısa... Oyunculuktan sıkılırsam bırakırım. Şu an aşçılığı seviyorum, yarın başka bir şey sevebilirim. Neyi daha çok seversem ona odaklanırım. Hayat benim için bu kadar basit. Ken- dimce çerçevesi olmayan bir adamım. Planlı projeli yaşamıyorum.” Sosyal medyada da çok az görüyoruz onu. Deyim yerindeyse, 40 yılda bir paylaşım yapıyor. “Hiç sevmiyorum” diye giriyor söze. Gerekliliğinin ve iyi yönlerinin ise farkında. “Sosyal medya dünyayı çok küçülten, insanları birbirine yaklaştıran, mesafe, zaman ve yer gibi kavramları önemsiz kılan bir oluşum. İletişimi yüksek, etkileşimi çarpıcı; ama ben özel yaşantımın paylaşılmasını sevmiyorum. Zaten özel yaşantım istesem de istemesem de dışarıya çıktığım zaman çekiliyor. Seçim hakkım olsaydı tabii ki çekilmemeyi tercih ederdim. ‘Ünlü olmayı sen seçtin, o yüzden çekilmeyi de kabul edeceksin’ diyenler var. Ünlü olmayı ben seçtim ama bu kadar ünlü olmak gibi bir hayalim yoktu belki. Ünlü olduğum için çekiliyorum, yeterince göz önündeyim ve sosyal medyayı bir parça az kullanıp dengelemek istiyorum. Yemeğin tuzunu biberini dengelemek gibi bir şey. Yer yer paylaşım yapmak hoşuma gidiyor.”
Bir paylaşım yapıyor, sosyal medya yıkılıyor, rekor kırıyor. Dile getirdi- ğimde cevabı tam Kıvanç’lık. “Az paylaştığım için olabilir.” Yararlı taraflarını da sıralıyor sonra, kullananlara ve sevenlere haksızlık yapmamak için ama yıldızı barışmıyor belli... “İnsanlar yapmış olduğu yeni dünya mesleklerini sosyal medyada tanıtıyorlar. Etkileşim ve farkındalık yaratmak, yaptıklarını duyurmak için ehemmiyetli. Diğer yandan içerisinde bir o kadar toksik barındırıyor. Günümüzde posta kodumuz dijital dünya. Bir bakıyorsun dünyanın bir ucundan gelen mesaj seni keyiflendirebildiği gibi üzebiliyor. İnsanların buna müsaade etmemesi gerekiyor. Ben yıllardır yorumlara bakmıyorum, asla. Hiç ilgilenmiyorum. Ayrıca benim için birini sevmek, yaptığı bütün şeyleri otomatik olarak sevmeyi beraberinde getiriyor. Bunu da anca şimdi öğrendim. Her zaman bu olgunlukta değildim.”
Linç kültürüne hiçbir zaman prim vermediğinin de altını çiziyor. “Keyifsiz olan tarafları reddediyorum. Bana değmiyor, dokunmuyor, geçmiyor. Gündelik birçok şeyden halihazırda çokça etkileniyorum. Sosyal medya aklıma bile gelmiyor. Duygusal olarak birçok şeye maruz kalıyoruz gün içerisinde. Sosyal medyaya fotoğraf koyup paylaştığı fotoğrafı takip eden insanlar var mesela... Neyse... Hayat geçiyor bak. Üç saniye önce konuştuğumuz diyalog geçti gitti.” Hayatı katlanabilir kılan, daha yumuşak geçmesini sağlayan en kıymetli şeylerden biri umut. Her geçen gün dünyada umudun biraz daha yitip gittiğine tanık olmak üzüyor. İnsan hakları ihlallerinden doğa tahribatlarına, hayvanlara yapılan eziyetten burnumuzun dibinde çıkan savaşlara...
“Bu çok uzun bir konu... Komşu ülkelerimizden bir tanesi savaşın içerisinde ve biz 2022’deyiz! Bu kadar robotlaşmış bir şekilde savaşa girebiliyorsa insanoğlu, aklına gelecek her türlü şiddetin olabilmesi mümkün. Şiddetin en üstünü yaşıyoruz. Bu hiçbir zaman bitmeyecek. Bitsin diye dua ediyorum ama nasıl bitecek ben de bilmiyorum, inan.
“Eskisi kadar umutlu olmadığımızı hissediyorum bir dünya vatandaşı olarak. Bu iklimde gençler mümkün olduğu kadar gerçekten sevdikleri şeyi yapsınlar... Umut anca böyle yeşerir. Bir şeyi zorla yapmasınlar. Ben hayatım boyunca hiçbir şeyi planlı programlı yapmadım. Buna ne dersen de. Belki şans benim yanımdaydı, belki fiziğimden dolayı avantajlı konumdaydım ama hiçbir şekilde düzenin bir parçası olmadım.” Kıvanç Tatlıtuğ
Tolga Karaçelik ve Umut Aral. Dizinin iki yönetmeni var. İlk üç bölü- münü Karaçelik, diğerlerini Aral çekmiş. “İki ayrı yönetmenle çalışmak, iki ayrı yönetmenin gözüne ve vizyonuna ortak olmak apayrı bir tecrübe. Başlarda zorlanacağımı tahmin etmiştim. Öyle olmadı. İş zaten belli bir yere kadar oturmuştu. Özellikle dördüncü bölümden sonra başrol, yaratılan dünyanın kendisi oluyor. Dizide kullanılan mavi renk ışığı, başlı başına bir karakter mesela. Herkes o karaktere hizmet ediyor. Akarak gidiyor.” Dizideki mavi ışık kullanımı Kıvanç’ın anlattığı kadar var. Biz de dergi çekiminde bu ışıktan ilham alıyoruz. Gelelim eğlenceli bir olasılık oyununa. Denizaltında esir kalma senaryosunun gerçek olduğunu düşünmesini istiyorum. “Hadi diziyi gerçek hayata uyarlayalım. Bir denizaltında yaşamaya mahkumsun. Yanına kimleri alırdın?”
“Bir parçası olayım yeter. O tekeri bir şekilde sinema adına döndürebiliyor olmak, üretebiliyor olmak çok kıymetli. Umutluyum bu konuda... Yapımcılık, senaryo, oyunculuk... Üretebilmek lazım, illa ben oynamak durumunda değilim. Bir sinemasever olarak, oraya kendi çapımda hizmet etmek istiyorum.”
MODA DİREKTÖRÜ VE RÖPORTAJ İNAN KIRDEMİR
STİL DİREKTÖRÜ İPEK ERSOY
FOTOĞRAF RICCARDO APOSTOLICO
SANAT YÖNETMENİ MAHA HAIDER
Saç Sedat Temur/ Elixir ürünleri ile M
Makyaj Ece Birsen
Makyaj Asistanı Betül Deveci
Moda Ekibi Asistanı Ece Altun
Fotoğraf Asistanları Lorenzo Gerli, Angelo Altamura, Carola Carera
Post Prodüksiyon Sezer Arıcı
Prodüksiyon Armağan Merve Bilgin
Prodüksiyon Asistanı Alina Brezovskaya
Prop Eylül Günaydınlar/ Ait İstanbul Mekan Shangri-La Bosphorus